Doç. Dr. İbrahim TELLİOĞLU’nun Makalesi:
"İlkçağda Türk İzi"
Türklerin insanlık tarihinde işgal ettiği yer tarihçiler arasında uzun süre tartışma konusu olmuştur. Oryantalistlerin XIX. yüzyılın ortalarından itibaren yoğunlaşmaya başlayan eserlerinde, Türklerin askerî güçleri sayesinde bulundukları coğrafyalardaki diğer topluluklara üstünlük kurdukları konusunda görüş birliği vardır. Ancak aynı fikir çevreleri, Türklerin göçebe olmalarından dolayı herhangi bir siyasi teşkilata sahip olamayacaklarını, ilmi ve estetik anlamda insanlığın gelişimine katkı sağlamadıkları gibi var olanı da ele geçirebilmek için yok ettikleri ileri sürülmekteydi. Bu tarih anlayışı neredeyse bir asır boyunca dünyada Türklerle ilgili yaygın kanaatlerin temelini oluşturmuştur.
1949’da Rus arkeolog Rudenko, Altaylar'da, deniz düzeyinden 1600 m yükseklikteki Büyük Ulagan vadisinde yer alan Çulışman ırmağı ile Başkaus ırmağı arasında Pazırık kurganını bulmuştur. Bu kurganda ortaya çıkan ve 2500 yıl öncesine ait olduğu anlaşılan halı dünyanın en eski halısıydı ve Türklerle aitti. Rus arkeologun bu keşfi dünyada Türklerle ilgili kanaatleri temelinden sarstı ve artık Türklerin uygarlık bakımından “gelişememiş” olduğunu iddia edenler bu tarz ifadelerini geri almak zorunda kaldı. 1970’de Kazakistan’da, Almatı’nın 50 km. kuzeyindeki Esik kasabasında yol açma çalışmaları sırasında tesadüfen bulunan bir mezar, tıpkı Pazırık kurganı gibi tarihin akışını değiştirecek mahiyetteydi. MÖ. 5. Yüzyıla bu mezarda yatan kişi Esik tiginiydi (prens) ve üzerinde altından bir elbise vardı. Halen Alma-Atı müzesinde sergilenen bu elbiseyi hazırlayanlar altını eritip adeta bir ip haline getirecek teknolojiye ve estetik değerlere sahipti. Üstelik tiginin başlığı ve çizmesi de altından olup kalıba dökülerek hazırlanmıştı. Altın elbisenin Türklere ait olduğunun anlaşılmasından sonra sadece Türk tarihi değil uygarlık tarihinin yeniden yazılması ihtiyacı ortaya çıktı.
Batı dünyasında ilkçağda büyük uygarlıklar kurmuş topluluklarla ilgili araştırmaların belirli bir seviyeye ulaşması XIX. yüzyıla kadar geri gider. Bu çalışmalarla hem tarihin karanlık noktaları aydınlatılmaya çalışılırken hem de bu toplulukların muasır batı milletleriyle bağları olup olmadığı incelenmekteydi. Ancak bu araştırmalar sırasında hiç de hesap edilmeyen bir gerçek ortaya çıktı: Hiç birisi büyük uygarlıklar kurduğu bölgenin yerlisi olmayan Sümer, Etrüsk, Kimmer, İskit gibi toplulukların Orta Asya ya da Türklükle bir şekilde bağlantıları vardı. Bazen Sümerlerde olduğu gibi dillerinde Türklük izi görülen bu topluluklardan Kimmer ve İskitlerin, Türklerin öncüsü olduğu yönündeki kanaatler gün geçtikçe artmaktadır. İtalyanların Etrüskler kökeni konusundaki merakı o dereceye varmıştır ki Toskana’da Etrüsklere ait mezarlarda genetik araştırmalar bile yapmışlar ve onların Türklerle ilgisini kabul etmek zorunda kalmışlardır. Reha Oğuz Türkkan’ın Türkiye kamuoyunun dikkatine sunduğu Etrüsk sarayından elde edilen malzemeler tamamen Türk kültürünün ürünleriydi. Böylece, bir Türk tarafından araştırılsa “milliyetçilik yapıyor” ithamlarına maruz kalacak bu araştırmalarda batılı bilginler, insanlığın gelişimine büyük katkı sağlayan uygarlıklarda Türklere ait büyük izler bulunduğunu kabul etmek zorunda kalacaktı.
Koppers, Mengin gibi kültür tarihi araştırmacıları, Türklerin atı ehlileştirmeleri sayesinde insanlığa büyük hizmet ettiklerini savunurlar. Türkler bu sayede ihtiyaç duydukları işgücünü sağladığı için ilkçağda neredeyse bütün dünyaya damgasını vuran kölecilik olgusuna Türklerde rastlanılmamıştır. Başta Çinliler olmak üzere atı ehlileştirmeyi bilmeyen pek çok millet Türklerden at alırken büyük bir gelir elde edilmekteydi. At, büyük bir ticarî meta olmasının yanı sıra önemli bir askerî üstünlük aracıydı. Tamamı süvarilerden oluşan Türk orduları karşısında bu vasfa sahip olmayan orduların neredeyse hiç şansı yoktu. O yüzden muhafazakârlıklarıyla meşhur Çinliler bile parayla temin ettikleri atlar sayesinde Türkleri taklit ederek süvarilerden oluşan ordular kurmuşlardır. Diğer yandan atı kullanan Türkler, çağdaşlarından çok daha hızlı hareket etme kabiliyetine de sahipti.
Türkleri göçebe olarak niteleyip her türlü ilerlemeden geri kaldıklarını iddia eden tarihçiler, ekonomik bakımdan Türklerin kendisine yeten bir topluluk olduğunu keşfettiğinde bu görüşlerinden vazgeçmek zorunda kaldı. Zira bir başka topluluğa bağlı kalmadan yeme-içme ihtiyaçlarını temin edebilen Türkler bu vasıflarıyla çağdaşı pek çok topluluktan ilerideydi. Şehirlerde yaşamıyor olmaları onların sosyal ve siyasî bakımdan geri kaldığı anlamına da gelmiyordu. Zira bu iddia sahiplerinin ait olduğu kültür çevreleri klanlar halinde yaşarken Türkler, bütün Orta Asya’da siyasî birliği sağlayan devletler kurma kabiliyetine sahip teşkilatçılardı. Devlet tecrübeleri sadece ana yurtlarıyla sınırlı kalmayacak ve başta Avrupa olmak üzere gittikleri her kıtada yaşayan diğer topluluklara bir siyasî çatı altında toplanmanın gereklerini öğreteceklerdi. Üstelik aileden millete uzanan ve sağlam bir biçimde birbirine bağlı olan sosyal yapıları vardı. İnsanlar konar-göçer yapı içerisinde öylesine ciddi bir görev dağılımı içerisinde yaşamaktaydı ki “ben” yerine “biz” şuuruyla davranmak zorundaydılar. Aksi takdirde kayıp kişilerin değil boyun ve milletin olmaktaydı. Devletin olduğu dönem ve yerlerde “biz” şuuru daha da güçlenmekteydi.
Türk tarihinin ilk döneminin doğru anlaşılması, dünyadaki yanlış Türk algılamasının önünü kesmek ve milli kimliğin gerçek zemini üzerinde şekillenmesini sağlamak açısından büyük önem taşır. Benliğini koruma çabasında olan ve millî birikimini doğru bir şekilde öğrenme amacında olanların, Türk tarihinin hangi temeller üzerinde yükseldiğini iyi kavraması ve çağdaşlarıyla karşılaştırarak sağlıklı analizler yapabilir olması gerekir. Bu yazıda genel hatlarıyla ve pek çok yönü ihmal edilerek kaleme alınsa da Türklerin insanlığın ilk dönemine askerî ve siyasî bakımdan olduğu kadar kültürel ve sosyo-ekonomik bakımdan da damgasını vurmuş bir millet olduğu açıktır. Bugün bu vasıflarından uzaklaşmış olsa da Türkler, ilkçağda dünya tarihine yön veren bir millettir.
Doç.Dr.İbrahim TELLİOĞLU
www.manset61.com - 06 Ekim 2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder