30 Mart 2011 Çarşamba

BU ZULÜM DAHA NE KADAR SÜRECEK !?!


Bu Zulüm Daha Ne Kadar Sürecek: Sağlık Bakanlığı, Derhal Olaya El Koymalı.




BAŞÖRTÜLÜ DOKTOR GÖREVDEN ALINDI!


Bolu Köroğlu Devlet Hastanesi'nde 15 gün önce göreve başlayan dahiliye uzmanı Dr. Zeliha Asiltürk, ikaz edilmesine ve hakkında soruşturma açılmasına rağmen türbanlı olarak çalışmakta ısrar edince görevinden alındı.


www.timeturk.com - 29 Mart 2011 Salı


Ankara Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nden, Bolu Köroğlu Devlet Hastanesi'ne tayin edilen Dr. Zeliha Asiltürk, 15 gün önce görevine başladı.


Dahiliye polikliniğinde türbanlı olarak hastaları muayene eden Dr. Zeliha Asiltürk, türbanlı çalışmaması konusunda hastane yönetimi tarafından uyarıldı.


Türbanla çalışmaya devam eden Dr. Zeliha Asiltürk hakkında soruşturma açıldı.


15 gün boyunca hastanede türbanıyla çalışmakta ısrar eden Dr. Zeliha Asiltürk, sabah saatlerinde hastalarını muayene ettiği sırada görevinden alındı.


Dr. Zeliha Asiltürk'ün poliklinikte muayene odasının önüne gelen Köroğlu Devlet Hastanesi Başhemşire Yardımcısı Meral Köse, sıra bekleyen hastalara doktorun rahatsızlandığını, başka bir doktora muayene olacaklarını söyledi.


Sıra bekleyen bazı hastalar, bu öneriye tepki gösterdi. Hastaların başka bir doktora yönlendirilmesi ardından Başhekim Dr. Hüseyin İka, Dr. Zeliha Asiltürk'ün odasına giderek görevinden alındığını açıkladı. Dr. Hüseyin İka'nın yaklaşık 10 dakika sonra odadan çıkmasının ardından, Dr. Zeliha Asiltürk odasından çıkarak hastaneden ayrıldı.


Hastanede görevli Dr. Zeliha Asiltürk'e türbanla çalışmaması konusunda uyarıda bulunulduğunu ve soruşturma açıldığını belirten Bolu İl Sağlık Müdürü Dursun Koç, "Doktorumuza ilk etapta yıllık izin verdik. Daha sonrasında da bizimle çalışmayacak" dedi.


CNNTÜRK


www.timeturk.com - 29 Mart 2011 Salı - 20:07

RADYASYON AŞISI BULUNDU


Rus bilim adamlarının geliştirdiği aşı nükleer santral yüzünden radyasyon etkisi altında kalan Japonlara umut oldu.


Rusya'nın Kuzey Osetya eyaletinin başkenti Vladikavkaz'daki araştırma merkezinde çalışan bilim adamları eşsiz bir aşı geliştirdi. Bu aşı canlıların maruz kaldığı radyasyonun etkilerini yok edebiliyor.


Voice of Russia'nın haberine göre, keşfi duyan Japon bilim adamları bu aşıyı Tokyo depreminin ardından sızıntının yaşandığı Fukuşima-1 nükleer santral tesisinde temizleme çalışmaları yaparken radyasyon alan çalışanlar üzerinde kullanmak istiyor.
Araştırmanın başındaki isim Vyacheslav Maliyev, NASA uzmanlarıyla birlikte çalıştıklarını ve çalışmanın çok yakında tamamlanacağını söyledi.


2006'da Amerikanların ve Rusların aşıları hayvanlar üzerinde denendi fakat Amerikan aşısı işe yaramayınca Amerikalı radyobiyolojistler de Ruslarla birlikte çalışmaya başladı.


Aşının standardın 1000 katı radyasyonda bile işe yaradığı kanıtlandı. Ancak ilacın hastalar üzerinde kullanılmasına henüz başlanmadı.


Radyasyonun DNA üzerinde gerçekleştirdiği değişiklik süreci yüzünden antiradyasyon ilaçlarının test edilmesi normalde yıllar alıyor.


NTV

www.timeturk.com - 29 Mart 2011 Salı - 17:22

ŞÜPHELİ YAKALANDI, ÇALINTI MALLAR SAHİPLERİNE TESLİM EDİLDİ


Trabzon İli genelinde devam eden huzur ve asayişin devamının sağlanması, suçların deşifre edilmesi ve suçluların yakalanması amacıyla Trabzon Emniyet Güçleri çalışmalarına ara vermeksizin devam etmektedir.


Bu amaçla;


21.03.2011 günü 18.30 ile 22.03.2011 günü 08.50 saatleri arasında Kemerkaya Mah. Cumhuriyet Cad. Ataman Apt. Karadeniz Der Data Bilgisayar isimli işyerinde meydana gelen Hırsızlık Ve Mala Zarar Verme olayı ile ilgili işyerinin ahşap kapısının (kilitli olan) pervazıyla birlikte sökülerek içeriye girildiği, 3 adet değişik markada dizüstü bilgisayar, 2 adet el terminali (el bilgisayarı) 1 adet pos bank pos sistem minio-e marka satış terminali, 1 adet, Sunvıew marka 4 kanal kayıt cihazının çalındığı tespit edilmiştir.


11.03.2011 günü saat 21:00 ile 12.03.2011 günü saat 09:00 arasında Cumhuriyet Mah. Zeytinlik Caddesi Gül Apt. No:18/1 sayılı yerde meydana gelen Hırsızlık olayı ile ilgili işyerinin ahşap olan dış kapısının kilitli vaziyetteyken sert bir cisimle kilit kısmını kırılarak içeri girildiği, 2 adet Dell marka diz üstü bilgisayar ve 1 adet Voip marka cihaz (bu cihaz internet üzerinden telefon görüşmesi servis sağlayıcı özelliği mevcut) ve depo kısmında 12 adet Deksay marka kontörmatik, 2 adet serdis cihazı çalındığı tespit edilmiştir.


Bahse konu işyerinden Hırsızlık olayları ile ilgili olarak olayın şüpheli ya da şüpheli şahısları faili meçhul olarak aranmakta iken, polis ekiplerinin yapmış olduğu çalışma neticesinde olayın şüphelisinin F.K. olduğu tespit edilmiş, şüpheli şahıs; 23.03.2011 günü Emniyet Güçleri tarafından yakalanmıştır.


Emniyet güçleri tarafından olay ile ilgili olarak şüpheliden elde edilen 1 adet HP marka laptop, 1 adet Eksper marka laptop, 1 adet Toshiba marka laptop, 1 adet post makinesi ve 1 adet kayıt cihazı, 2 adet del marka laptop ve 5 adet kondüktör müştekilere teslim edilmiştir. (VB – 29.03.2011 Salı)

29 Mart 2011 Salı

NATO/ABD: ‘GO HOME!’=>GERÇEK: ‘ONE MİNUTE’


II. Dünya Savaşı 1945 yılında bitiyor, savaşın iki büyük galibi Amerika ve SSCB görünse de, gerçek galip ABD, yani “Anglosakson-Judea ortaklığı” oluyor, dönemin ‘Yeni Dünya Düzeni’ni de zaten ‘bu şirket (ortaklık)’ kuruyordu...



Bu dönemi hatırlatır şekilde, Rus Haber Ajansı “Novosti”, web site’sine bir video koyuyor; “Filmde bir helikopterden İngiltere Başbakanı Winston Churchill iniyor… Ardından bir uçak alçalıyor… Kapısından Başkan Franklin Roosevelt çıkıyor. Daha sonra kamera bir salonda, geniş bir masanın çevresinde dolaşıyor. Masada… Joseph Stalin, Roosevelt ve Churchill var… Bir zamanlar Yalta... Tarih: 1945 Şubat’ı…4 Şubat'ta başlayıp bir hafta süren konferansta, İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyasının düzeni belirlendi” deniliyordu (1).

Yalta Konferansı hep ‘Dünyanın paylaşıldığı toplantı’ olarak görüldü. Fakat, olan paylaşım değil; ‘Anglosakson (Protestan Hıristiyan)-Judea (Yahudi) ortaklığının’, ‘I. ve II. Dünya Savaşı’ ile Avrupa’da Katolik Hıristiyanlığı (Almanya ve İtalya) yıkmasında ve bu yıkım sonrasında döneminin “Yeni Dünya Düzeni” kurulumu sırasında ‘Ortodoks Hıristiyan Rusları’ kullanması oluyordu…

Bu dönemde Birleşmiş Milletler (BM) kuruluyor, savaşın bitimine yakın, 1944’te; ABD’nin New Hampsive eyaletinde Bretton Woods kentinde toplanan konferansta ise, Uluslararası Para Fonu/IMF ve Dünya Bankası’nın (DB) kurulması kararlaştırılıyordu. Yeni Dünya Düzeni “kurucuları”, üstelendikleri ‘misyon’ için müesseselerini birer birer kuruyor, 4 Nisan 1949’da Kuzey Atlantik İttifakı (NATO), kömür ve çelik gibi iki önemli savaş malzemesi üretiminin bir elde toplanmasının savunulması olan Avrupa Birliği (AB)’de, 1940’lı yılların sonunda doğuyordu. II. Dünya Savaşı sonu/sonrası olan bu dönem, bizim ‘Amerikanlaştığımız’ dönem oluyordu…


‘Amerikanlaşmamız’ doğuyor…


‘Milli Şef İsmet İnönü, Türkiye’nin ‘yönünü’ ABD’ye çeviriyor, ‘Amerikanlaşmamız’ doğuyordu. Yeni Dünya Düzeni ‘kurulumu’ gereği Rus lider Stalin, 1947 yılında Türkiye’den Kars, Artvin ve Ardahan’ı ve Boğazlarda ‘askeri üs’ istiyor, bunun üzerine İnönü, ABD’den destek istiyor; ABD ise, Truman Doktrini ile yardıma başlıyor (12 Temmuz 1947), ama karşılığında, tıpkı bugünlerde Ortadoğu ülkelerinden istendiği gibi, serbest seçimlere dayanan ‘Demokrasi’ düzeninin yerleştirilmesi talep ‘şantajı’ geliyordu. Truman Doktrini, ABD’nn yeni politikasında ‘Sovyet karşıtlığı’nın temel esas olduğunu ilan etmesi, “komünizm tehdidi” altındaki devletlere mali ve askeri yardım yapacağı oluyordu. Ortada “Rus tehditi (Soğuk Savaş) yok”, psikolojik harp var ama, ‘öcü Ruslar tuzağı’ ile, Türkiye, ABD’nin ‘kucağına’ itiliyordu...


‘Milli Şef’ İnönü, Ulusal Kurtuluş Savaşı’na katılmadan önceki günlerde ‘Amerikan mandacısı’ idi, II.Dünya Savaşı’nın bitiminde ‘Amerikanlaşmamızın sebebi’ oluyor; “İsmet İnönü, Ulusal Kurtuluş Savaşı’na katılmadan önceki günlerde ‘Amerikan mandacısı idi! O günlerde Kazım Karabekir’e yazdığı bir mektupta, Amerikan mandası yandaşı olduğunu, bunu tek kurtuluş yolu olarak gördüğünü açıkça dile getirmiştir…Acaba…denize düşen yılana sarılır gibi, ülkeyi Amerikan emperyalizmine açmasında aynı duygu ve aynı umutsuzluk etkili olmuş mudur?.. Atatürk mandacılık düşüncesini savunanları eleştirmiştir, İnönü’de bunlardan biridir.” deniliyordu (2).

Amerikan rüzgârıyla Demokrasi’ye geçiliyordu: “İsmet Paşa, ünlü ‘12 Temmuz 1947 Beyannamesi’ni yayınlar ve ‘müjde’yi verir: Türkiye demokrasi rejimine geçecektir… Ne var ki aynı gün çok önemli bir gelişme daha olur: ABD ile bir anlaşma imzalanmıştır.” (3).

ABD’nin ‘Yumuşak Güç modeli’ ile Demokrasi’ye geçiyorduk: “Burada bir ayraç açmak ve Türkiye’nin çok partili düzene geçmesinde dış etkenin önemini bir kez daha vurgulamak gerekiyor… Truman Doktrini, 12 Temmuz 1947’de…imzalanan bir anlaşma ile uygulamaya konul(uyor)du.” (4).

Anlaşmanın hükümleri ile Türkiye’nin yazgısı değiştiriliyor, devletimiz, “Amerikancılığı-propagandasını yaymakla da” yükümlü hâle getiriliyordu: “…Türkiye, Amerikan askeri varlığına Türkiye’nin kapılarını açıyor, onlara ülke yönetiminin belli dallarında karar verme yetkisini tanıyor, Amerikan propagandasını devlet eliyle yapılmasını üstleniyordu… Bilmeliyiz ki Amerikan yardımı söylendiği gibi bir altın halka değildir. O, bedelini er geç kanımızla ödeyeceğimiz bir esaret zinciridir.” deniliyordu (5).

Bu dönemde Türkiye Demokrasi’ye (!) geçiyor, tıpkı bugünlerdeki gibi Türkiye ‘yeniden yapılandırıyor’; ‘Mülkiye-Askeri CHP eksenli’ bir yapı ile, ‘İlahiyat-tarikat eksenli’ ‘ikili/zıt’ yapımız doğuyor; ilahiyat okullarımız, Kur’an kurslarımız açılıyor, ‘Amerikan İslamcılığı’; ‘Coniliğin Müslümanlığı’ başlıyordu.


‘Amerikan İslamcılığı’ ya da ‘Coniliğin Müslümanlığı’ yaygınlaşıyor


1950 ile gelen Demokrat Parti’li dönem de yine “Amerikanlı”, ama Arapça Ezan’lı ve de ‘NATO’lu dönemimiz de oluyordu…

Bu döneme kadar Ezan (1932'den 1950'ye değin) Türkçe okunuyordu. “TÜRKÇE ezan okunmasına, 1932'de başlanmıştı... Demokrat Parti 1950'de iktidara gelince..iki gün içinde bu kanun kaldırıldı.” deniliyordu (6).

İnsanlar, tam 18 yıl süreyle günlük yaşamda kullandıkları dille namaza çağrılıyordu. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 18 Temmuz 1932 tarihli genelgesiyle ve Atatürk’e atıfta bulunularak, ‘Arapça ezan’ okunmasının yasaklandığı belirtiliyordu. Fakat, asıl yasallaştırma ‘Milli Şef’ döneminde oluyor; “Ezan gibi ezan yasaklanıp yerine Türkçe sözler bağırılmaya başlandıktan sonra, Diyanet… Camilerde Türkçe ezan, kâmet, hutbe ve Kur’an okunmasının ‘günah’ olmadığına ilişkin ‘fetva mahiyetinde’ bir genelge yayınladı.

Başkanlığın ikinci genelgesi ise 18 Temmuz 1932 tarihliydi ve Atatürk’e atıfta bulunularak, Arapça ezan okunmasının kesinlikle yasaklandığı belirtiliyordu… Sene 1941’di…İsmet İnönü Cumhurbaşkanı, Dr. Refik Saydam Başbakandı. Arapça ezan okuyanlarla kâmet getirenlerin üç aya kadar hafif hapis, ikiyüz liraya kadar da hafif para cezası… Cezalandırılmalarını öngören bir yasa tasarısı TBMM genel kuruluna indirildi. 23 Mayıs 1941 günü de görüşülmeye başlandı… Ve o günden sonra Arapça ezan okuyanlarla, kâmet getirenler, şiddetle cezalandırıldılar…” deniliyordu (7).

1950’de Adnan Menderes Başbakan oluyor, 22 Mayıs günü koltuğuna oturuyor, 16 Haziran 1950 günü de, ‘Ezanı aslına’ döndüren kanunu TBMM’den geçiriyor; ‘Arapça ezan okuma’ suç olmaktan çıkarılıyordu: “Adnan Menderes, Arapça ezan için ilk işareti verdiğinde, henüz 14 günlük başbakandı… Menderes hükümeti ertesi gün tasarıyı TBMM'ye sundu. Türk Ceza Yasasının 526 maddesin(e)…1941'de eklenen ‘Arapça ezan ve kamet okuyanlar’ sözcükleri çıkarılıyordu. Bu…Arapça ezan okumanın suç olmaktan çıkarılmasına yetiyordu…Menderes, 16 Haziran’da…tasarının ivedilikle gündeme alınmasını istedi.. 17 Haziran 1950'de…ezan yeniden Arapça okunmaya başl(ıyordu).” (8).

Yasak kalkınca, 18-20 milyonun yüzde 98'ini teşkil eden Müslümanlar, yıllar boyu ‘sessiz sessiz’ çektikleri ıstıraplarından sıyrılıyor, sevince boğuluyordu…
Diğer taraftan, Ezan ‘yasağı’nın kalkmasının ‘Müslümanlaşma’ olduğu ‘yanılgısı’ da bu oluyor; Müslümanlaşma denilen ‘Amerikan İslamcılığı’; ‘Coniliğin Müslümanlığı’ oluyor, bu dönemde de Müslümanlar kandırıldıkça kandırılıyordu...


‘İki kutuplu dünya’ ya da ‘Soğuk Savaş Dönemi’ yalanı…


Fundemantalist bir devlet olan ABD’nin -beğenmediği iktidarları değiştirmesinde- önünde/yanında savaşacak veya lojistik destek verecek (bugünlerdeki Türkiye döneminden de benzer şekilde istenildiği gibi de, ülkeleri Silahlı Modeli ile değiştirecek) ülkelere ihtiyacı da bulunuyor; 25 Temmuz 1950’de DP hükümeti, Bakanlar Kurulu kararnamesiyle Kore’ye 4 bin 500 kişilik askeri birlik gönderme kararı alıyordu.

ABD için ‘propaganda’ anlaşması, Kore’de ‘işlevini’ yerine getiriyor, 8 Eylül 1952 yılında Türkiye, NATO’ya giriyordu. “Türkiye'yi Kore'ye götüren şartlar ile 28 Şubat arasında apaçık görünen paralelliklere dikkat çekmiştim. O dönemde, ABD'nin yanında yer alarak, dönemin jargonunca 'Allahsız komünistler' olarak bilinen Kore ile savaşmaya gidilecek ve ardından da NATO'ya üye olunacaktı… O dönemde pek çok ilde 'komünist hücre' keşfediliyordu. Gazetelerde, Türkiye'nin de komünizm tehdidi altında olduğunu akla düşürecek haberler sıkça çıkıyordu. İşi, ‘Yalova-Çınarcık havalisinde menşei meçhul bir denizaltı görüldü’ noktasına kadar götüren gazeteler de vardı. Yüreklere korku salınmak isteniyordu.” (9).

Okuduğunuz gibi de, tıpkı bugünlerdeki gibi, o dönemde de halk kandırılıyor, Türkiye, hiç menfaati olmadığı halde Kore’de –2000’li yılların başlarında Afganistan, bugünlerde de Libya’da– NATO/ABD için savaşıyordu...


Yeşertilen “İki kutuplu dünya (Soğuk Savaş Dönemi)” denilen yalan, Amerikan (Angolosakon-Judea) ‘dış politikasının’ yaşama geçmesi oluyordu.

Rusya; ABD’nin düşmanı değil, partneri oluyor, o ne derse yapıyordu. 1944-1945’lerde ‘kurulumuna’ başlanılan o dönemin ‘Yeni Dünya Düzeni’nin “Soğuk Savaş Dönemi- yalanı, ABD’nin ‘Demir Perde Modeli’ni 1989 yılında değiştirmesi; Minsk Anlaşması’nın Sovyetler Birliği’ni tarihe gömmesiyle de ortaya çıkıyordu. 8 Aralık 1991’de Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya liderleri, Beyaz Rusya’da bir araya gelerek, Sovyetler Birliği’nin (SSCB) varlığını tamamladığına ve “Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)” adı altında yeni bir topluluğun kurulduğuna dair Minsk Anlaşması’nı imzalıyor, 1917’de temeli atılan, 1922’de kurulan SSCB yıkılıyordu. Doğu Avrupa’da 1989 ve Rusya'da 1991 yılında ‘çöktürülen komünizmin’, basit bir rejim değişikliğinin ötesinde çok önemli sonuçları doğuyor, 21 Aralık 1991’de Kazakistan’ın Almata şehrinde imzalanan, ‘Almata (Alma-ata) Anlaşması’, BDT’yi, Birleşmiş Milletler/ABD çizgisine çekiyor, Rusya’nın, NATO/ABD ile ‘işbirlikçiliği’ bu süreçte alenileşiyordu…


Bu noktada bir parantez açalım: NATO, “hani Allahsız komünistler” olan Ruslara karşı kurulmuştu? Demir Perde ülkeleri, hani Türkiye için tehdit unsuru oluyordu? NATO’ya, bu “varolan tehdit” yüzünden girmemiş miydik?


Evet… Peki de, bu durumda, yıkılan SSCB’ne, bir darbe de NATO’nun vurması gerekiyor değil miydi?..

Gerekiyor… Peki vurdu mu?!...


‘Vurmadığı’ gibi, NATO/ABD, Sovyetlerin ‘yeniden yapılanmasına’, Rusya’da NATO’nun yeni yapılandırılmasına (ABD’ye) katkı koyuyor/du…


NATO/ABD-Rusya düşmanlığı ‘hiç olmadı’…


İkinci Dünya Savaşı/sonrası, ‘Ortodoks Hıristiyan’ olan Rusları ‘kullanarak’ Demir Perde tuzaklı ‘Yeni Dünya Düzeni’ni kuran ‘Anglosakson-Judea ortaklığı’, “iki kutuplu” dediği sistemi, 1991’de ‘Mihail Gorbaçov’la yıkıyor, Sovyet Bloku’nu; ‘Küresel Tek Yapı’ amacı gereği NATO, BM, IMF ve Dünya Bankası’na göre şekillendiriyordu.


Bir parantez açarsak da: Bu defaki ‘Yeni Dünya Düzeni (Küreselleşme)’ kurulumu, esas misyon olan, ‘Babil Sendromu çözümü (Tek Dil-Devlet-Din amacı)’ için gerekiyordu. Buna göre Türkiye de, yeniden bir kez daha ‘dizayn ediliyor’, İnönü’lü yıllarda Türkiye’ye biçilen, ‘Demokrasi modeli’nin, “daha baskın laiklik” ve “daha az güçlü muhafazakar iktidar” modeli şekli, bu defa yerini, İslam ülkelerinde model olmak üzere; “daha az baskın laiklik”, “daha güçlü muhafazakar iktidar (Ilımlı/Türk İslam)” modele bırakmak üzere ‘dizayn’ ediliyor/du…


1990’lı yıllarla başlayan “NATO/ABD-Rusya ortaklığı”nın ilk meyvesi, ‘eski Yugoslavya’daki “bölünme zinciri”nin beraberce başarılması oluyor, Rusya, NATO önderliğindeki operasyonlara, NATO üyesi olmayan ülkeler arasında en fazla asker tahsis eden ülke oluyordu. NATO/abd, kendisi için “tehdit” kabul ettiği (!) Rusya tarafından yeterince destekleniyordu. NATO, daha 1990’ların ortalarında, Rusya’yı, ilgili komite toplantılarına katılmaya davet ediyor, Rusya Federasyonu arasında 1997 yılında imzalanan ‘NATO-Rusya Kurucu Senedi’, sözkonusu işbirliği ortamını kurumsallaştırıyordu.

ABD’de sergilenen “11 Eylül 2001 İkiz Kuleler vurgunu”, bu işbirliğinin dönüm noktası oluyor; “…11 Eylül’deki terörist saldırılar NATO-Rusya ilişkileri için bir dönüm noktası oldu. Artık yürütülen çabaları birleştirmek bir zorunluluk olmuştu. Saldırılardan iki gün sonra, 13 Eylül’de, NATO-Rusya Konseyi bu saldırıları lanetleyen, ve bu tehditle savaşmak için birlikte çalışmaya hazır ve istekli olduklarını belirten bir ortak bildiri yayımladılar. Bundan bir ay sonra… daha güçlü bir NATO-Rusya işbirliğinin önemini vurgulayan ilk işbirliği eylem planı kabul edil(iyordu)…” (10).

‘Batılı Beyaz Adam’ senaryo/filmi olan ‘11 Eylül’ hadisesi, “İslam/cı terörist” doğuruyor, bu ‘üretimden’ sonra, NATO-Rusya ortaklığının “antiterör (anti İslam) işbirliği” yeşeriyordu. 28 Mart 1997 günü Roma’da, NATO-Rusya işbirliğinin “geliştirilmesini” öngören ‘NATO-Rusya Konseyi’nin kuruluşuna dair ‘Roma Bildirgesi (2002)’ imzalanıyor, NATO’nun işlevi, “terörizm/İSLAM-ülkeleri” ile savaşa göre şekilleniyor, ‘uluslararası terör’ kandırmacasıyla, “İslam/coğrafyası” ile savaşa başlanıyordu…


Washington’ın ‘hayrına’ çalışı(lı)yor… Sorun ‘İslam’…


Rusya’nın, “terör/İSLAM” denileni daha iyi “anlaması” için de, “Amerika benzeri” bir ‘11 Eylül’ü oluyor; Eylül 2004’te Beslan’daki bir okulda yaşanan ‘vurgun’, Moskova’ya, “NATO-Rusya Konseyi”nin önemini (!) daha iyi bir şekilde anlatıyordu! Bu ‘vurgun’ ile de, “NATO/ABD ve Rusya” terörizmle mücadele konusunda artık pek çok ortak nokta buluyor, “NATO-Rusya Bilim Komisyonu” bile, önceliklerini “terörizmle savaş” konusu üzerinde yoğunlaştırıyordu.

Anglosakson-Judea güçlerinin başı çektiği bu ‘Yeni Haçlı Seferi’ne, “Ortodoks Hıristiyan Rusların katkısı” hiç eksilmiyordu Bu “ikili sarmal”a, Protestan/ABD ile ‘mezhep farklılığı’ sebebiyle uzak durmakta olan “Katolik Hıristiyanlık” dünyasının ve de sonrasında da Türkiye’nin de ‘11 Eylülleri’, ‘kaçınılmaz olarak’ yaşanıyordu!

Pek çok yorumcu, 11 Eylül'ün dünya tarihinde, 7 Aralık 1941'deki Pearl Harbor saldırısıyla karşılaştırılabilecek bir dönemeç olduğunu söylüyorlardı (11).

“11 Eylül 2001” gibi ‘vurgunlar’, Pearl Harbor/1941 gibi, “ABD amaçları için” yapılan ‘kendini vurma’ oluyor. Haziran 2004’te, İstanbul Zirvesi sırasında yapılan NRK toplantısında, “terörizme/İslam karşı yıllık eylem planı” hazırlanması yönünde alınan karar, NATO/Rusya terör-İslam ile mücadele işbirliğinin geliştirilmesinde bir kilometre taşı oluşturuyordu. “Terörizme” karşı uluslararası mücadele 2005’de, ‘NATO-Rusya Konseyi’nin ‘derdi’ oluyor, Afganistan da, Irak gibi (bugünlerde Libya’da olacağı gibi), Demokrasi’ye kavuşuyordu! 2006’da Rus Deniz Kuvvetlerine ait unsurların NATO’nun “terörle mücadele” için Akdeniz’de bulunan deniz devriye gemilerine katılmasıyla da, Rusya; “NATO üyesi olmadığı halde (düşmanına!)” katkıda bulunan ‘ilk ülke’ oluyordu…


Tıpkı Rusya gibi, “Türkiye ve İslam ülkeleri de (idarecileri eliyle), “terör” adı altında İslam/coğrafyası ile yapılan ‘savaşta’ fiili rol alıyor; “Türkiye, ABD’yi ilgilendiren her meselede stratejik anlamda giderek ehemmiyetini artırıyor… Velhasıl Türkiye, aradan geçen üç beş ayda izlediği dış politikayla ABD açısından ehemmiyetini azaltmadı, tersine artırdı…işin özüne bakarsanız Afganistan gibi yakıcı bir sorunda Türk diplomasisi…Washington’ın ‘hayrına çalışıyor’…” deniliyordu (12).

Washington’ın ‘hayrına çalışmak’, Amerikan “propagandasını üstelendiğimiz” günden beri sürüyor; yaşadığımız zaman dilimi de, tıpkı o dönem gibi, “gerçek bir din ile nasıl başa çıkılabileceğinin” hayata geçirildiği dönem oluyor. Bu sebeple Amerikan Yahudisi Samuel Huntington; “Batı için temel sorun İslamcı köktendincilik değildir. Bu sorun bizzat İslamdır…farklı bir medeniyettir.” diyordu (13).

Haliyle de, “NATO/ABD” ve kullandığı Rusya ve benzer diğer partnerleri için’ sorun, “terör” değil, “İslam/terör” demek oluyor. Bu sebeple, Rusya Başbakanı Putin’in, “Libya operasyonu Haçlı seferlerini çağrıştırıyor” açıklaması, NATO/ABD’ye ‘karşı çıkış değil’, yaşanılan hâlin tespiti oluyor…


‘Savaş Afganlaşması’… Ey insanlık neredesin (mi)!..


Başbakan Tayyip Erdoğan, Katar’ın başkenti Doha’da; “Bir Müslüman olarak ‘İslami terör’ kavramını toptan reddediyorum. Terörle İslam’ı bir arada görmek bizim kanımıza dokunur…‘İslamcı’ ya da ‘Müslüman terör örgütü’ kavramını kullananları, anlayışlarını gözden geçirmeye davet ediyorum. İslam ülkelerinin de ciddi bir özeleştiride bulunmasını kaçınılmaz buluyorum.” diyordu ama (14),

İşbirliği yaptığı ‘NATO/ABD’, “İslam olanı” terör/terörist olarak görüyor. Erdoğan, “Fok balıklarının avlanması karşısında ayağa kalkan insanlık, fosfor bombalarıyla öldürülen çocukları, vicdanını rahatlatmak amacıyla terörle mücadelenin yan hasarı olarak görürse, bundan tüm insanlığın adalet duygusu telafisi zor şekilde hasar görür. Bir yıl önce bağışçı ülkeler toplandı, kararlar alındı. Peki… Gazze’de en ufak bir çalışma var mı, yok. Ey insanlık neredesin, ey yöneticiler neredesiniz? BM neredesin? Güvenlik Konseyi neredesin?” de diyordu ama (15),

bu söylediklerini asıl “Türkiye’ye” yönetmesi gerekiyor. Çünkü, Fok balıklarının avlanması karşısında ayağa kalkan “insanlık dediği” kitle, Irak’ın, Afgan’ın, bugünlerde Libya’nın ‘vurulmalarında ortaklık’ yaptığımız ‘Batılı Beyaz Adam (BM-NATO vb..) oluyor. Ya da, İsrail’e “one minute” demenin ‘Batılı Beyaz Adam’ın ‘model ülkesi Türkiye/liderine’ puan getirdiği biliniyor da, ‘fundemantalist ABD’ye ve onun ‘vurucu gücü’ NATO’ya neden kimse gerçek ‘One minute’ d(iye)emiyor!..


NATO Savunma Bakanları İstanbul Toplantısı’na katılarak bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül; “'Afganistan’ın meselelerini sadece askeri yollarla çözemeyiz… ISAF ve NATO oraya, Afgan halkının kimliğini, kültürel değerlerini ve geleneklerini değiştirmek için gitmemiştir.” diyordu ama (16),

Afganistan veya bir başka İslam ülkesinde ABD’nin “Yumuşak (Kültürel saldırı) gücü” modeli de kullanılıyor. Türkiye ile ‘NATO/ABD’ arasındaki görüş farkı, “İslam ülkeleri toptan değişsin” görüşünde değil, “değişim, insan öldürmeden olsun” farkında oluyor. ‘Coniliğin Müslümanlığının’ Afgan temsilcilerinin Afgan’da, ‘Libya İşbirlikçiliği’nin de Libya’da, ‘öldürmesi’, Türkiye’nin NATO’ya ‘katkısı’ durmaksızın sürüyor…


Dahası sorun şu ki, ‘NATO/ABD’ artık, ‘aynı ülke-inanç insanını’ karşıt cephede birbirine kırdırıyor; “Savaşın Afganlaşması” modasını kullanıyor. Bunun yanında, başarabildiği ölüde, Türkiye’nin de istediği, “hem konuş, hem savaş” taktiğini de sürdürüyor. Hâl bu iken, Müslüman halkların sorunu şu oluyor: NATO neden Afgan’da, Türkiye neden NATO’yla bugünlerde Libya’da?..


Bunu artık ‘sorgulamamız’, mutlaka gerekiyor...


NATO’nun Libya’da ne işi var yahu? Ne demek ‘tek ihraç ürün’


Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, 16 Mart 2007'de İstanbul'da, Harp Akademileri'nde yaptığı konuşmada, ABD ve NATO ile yaşanmakta olan bir soruna değiniyor; bu sorunu, ‘Türkiye'nin Afganistan'da terörle mücadele görevi üstlenmesi talebi’ olarak açıklıyordu: “NATO, genel manada ABD, özellikle bütün ülkelerden daha fazla kuvvet gönderilmesini talep etmektedir. İstediği kuvvet, terörle mücadele için oraya gidecektir... biz buna karşı çıktık. Türkiye'nin Afganistan'a terörle mücadele için gitmemesi gerekir. Afganistan'daki en prestijli ülke Türkiye'dir… Özellikle Kandahar bölgesinde, terörle mücadele eden ülkelerin askerleri kendilerini güvenlikte hissetmek için kollarına Türk bayrağı takmaktadırlar... Çünkü bunlar uygunsuz bir iş yaparlarsa, o Türk bayrağı ile, Türkler yapmış gibi bir izlenim uyanır.” diyordu (17).

Askerimizin “yüklenilmek” istenilen yeni göreve (muharip asker istenilmesine) karşı çıkışı, bugün ‘yaşadığı sıkıntıların’ sebebi mi oluyor (?) sorusu, tabii ki akla geliyor. “Bugün Türkiye'de yaşanan gerilimli süreçlerin temelinde yatan örtülü dinamik TSK'nın 'yeni' görev tanımıdır: Afpak coğrafyasında kurulacak 'İslam demokrasisi'nin inşasında Soros'un buyurduğu 'ihraç mallarımız'la yer almak.” denilmesi (18),

yaşamakta olduğumuz ‘sıkıntıyı’ da açıklıyor. “Afganistan’daki ABD ve Uluslararası Güvenlik Destek Gücü ISAF’ın Komutanı General Mc Chrystal’de gaz veriyor; ‘Muhteşemler’... Bunu çok iyi yapıyorlar. Zamanında George Soros, ‘Türkiye’nin ihraç edebileceği tek malı ordusudur’ demişti.” deniliyor (19).

Askerimizi kimse ‘o lanet gözle’ göremez, fakat, “taviz vere vere ülke yönetim tarzı”nın, geleceği/geldiği nokta ancak bu olur, oluyor…


Başbakan Erdoğan, “NATO’nun Libya’da ne işi var yahu?” çıkışı ve üst üste telaffuz ettiği, “Libya’da müdahaleye karşıyız” sözleriyle estirdiği ‘Batı karşıtı rüzgârı’, yine bizzat kendi elleriyle tersine çeviriyor, Türkiye; Libya’ya uygulanan silah ambargosunu uygulamak için oluşturulan NATO gücüne en fazla katkıyı sağlayan ülke oluyor, ‘Birleşmiş Koruyucu’ adı verilen operasyonda kullanılacak 16 deniz unsurundan 6’sını Türkiye verecek haberi gazetelere yansıyordu…


Peki de, Türkiye’nin işi “İslam ülkelerinde demokrasi kurmak” mıdır? Dünlerde ‘Komünist yalanı’ işe yaramıştı, bu defa, “Demokrasi gelecek yalanı” işbaşında bulunuyor...


Peki de… varsayalım ki, ülkemizdeki ‘Glaido’nun da babası’ olan NATO/ABD, yarınlarda, tıpkı Irak, Afganistan, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde olduğu gibi, bizde de ‘mevcut hükümeti’ çıkarlarına uygun bulmadığı için ‘değiştirmek isterse’ o zaman ne olacak?.. Bir düşünün bakalım ne olabilir!...


Askerimizin, “muharip güç” olarak NATO’da bulunmasının “istenilmemesi” anlaşılır da, fakat bu yetmez, yetmiyor; Türkiye’nin “neden NATO ile olmak” zorunluluğunun artık sorgulanması, NATO/ABD ‘işbirlikçiliğinin’ terkedilmesi gerekiyor…


‘Gladio’ temizleniyor mu?!...


NATO üyesi ülkelerde yuvalanan ‘Gladio’ yapılanmasının, 1990’ların başında İtalya'da dönemin Başbakanı Giulio Andreotti'nin 3 Ağustos 1990'da Senato'da, “Evet, NATO üyelerinde Sovyet işgali halinde cephe gerisinde direnişi örgütleyecek gizli yapılar kuruldu” itirafıyla ortaya çıkarıldığı bilinebiliyor. İtalya’dan 14 yıl önce, CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, 1976 yılı bütçesiyle ilgili olarak Meclis'te yaptığı konuşmada, “Türkiye'yi karıştıran bir gizli güç”le ilgili mesajlar veriyor, O örgütün adını 1974'te kamuoyuna "Kontrgerilla” olarak duyuruyordu ama, Türkiye, Gladio'nun varlığını -el yordamıyla da olsa- ilk belirleyen ama ne yazık ki tasfiyede en sona kalan ülke oldu deniliyor (20). Peki de, bu “NATO/ABD’ci güç” bugünlerde tasfiye mi ediliyor, demek oluyor!…


Hayır… 2008 yılında yazmış; “Yazar/bilgilendiren değil, ‘Yazıcılar’dan Fehmi Koru, ‘çeteler temizleniyor’ dese de kanmayın, görevleri bitenler sahneden alınıyor; ‘yeni modelimiz’ için ‘yeni çeteler’ üretiliyor.” demiştim (21).

NATO’dan hiç çıkamayacak, Batılı Beyaz Adam için ‘gerekirse ölecek’, gerekirse de ‘kendimize karşı da savaşabilecek’ duruma getiriliyoruz!..


Kâni ‘Yani’ yapılıyor!..


II. Dünya Savaşı sonrası üstlendiğimiz, “ABD için propaganda yapma” görevimize, şimdilerde bir de, “NATO için yapmak” ekleniyor; “NATO üyesi 52 ülkenin savunma bakanları ya da yardımcıları dün İstanbul'da bir araya geldi. Tüm baskılara rağmen Müslümanlardan özür dilemeyen ve buna rağmen geçen yıl Genel Sekreter seçilen Danimarka eski başbakanı Rasmussen NATO'nun İslam âlemindeki imajının düzeltilmesi için özel bir plan hazırladıklarını söyledi. Mayısta açıklanması beklenen plana göre Müslüman ülkelerin gazetecilerine, akademisyenlerine ve farklı alanlarda görev yapan sivil toplum önderlerine büyük miktarda paralar dağıtılacak ve onlara ve onların aracılığıyla Müslüman ülke vatandaşlarına NATO'nun 'insani' bir örgüt olduğu propagandası yapılacak. Kırk yıllık Yani olacak Kani....” deniliyor (22).

Kırk Yıllık ‘Yani (NATO/ABD/Gavur)’ olmaz tabii ki ‘Kâni (Müslüman)’. Olmadığı için de, Kâni ‘Yani’ yapılıyor, “Yani, Kâni olarak” İslam/coğrafyasını yokediyor…


Türk ordusundan/Türkiye’den, ‘NATO’ya verilen hizmet’in şekli, “Kore benzeri” olsun isteniliyor, “Yeni Haçlılar”; uzak durmaya çalışsa da, “Amerikanlaşmanın” dışında kalma ‘tercihi’ yapmayan Türkiye’yi, yaptıkları ‘yokedişlerin’ içersine; “Babil Sendromu çözümü” misyonuna hizmete katmış bulunuyor…


Sürdürülmekte olan ‘Yeni Haçlı Seferleri’nin, “Tarihsel Haçlı Seferleri”inden farkı, Hıristiyan güçlere ‘Yahudilerin de eşlik etmesi’ oluyor. Dahası, ‘Amerikan halifesi’ ya da ‘Amerikanlaşmış Osmanlı’ ya ‘Başörtüsü serbestiyeti’ kazanacak olması muhtemel olan ‘Coniliğin Müslümanlığı’nın katkısı da durmaksızın sürüyor...


‘Coniliğin Müslümanlığı’nın terk edilmesi gerekiyor…


Fakat, unutulmaması gereken şu var: “ABD ve Batı'nın yolsuzluklarla suçladıkları ama buna rağmen sahiplendikleri… Karzai (-KÂNİ) gibilerine ise figüranlık rolü düşmektedir. Çünkü o ve benzerleri hiçbir zaman Rasmussen ve Odierno gibi (-YANİ gibi)…olamaz. Çünkü onlar (-Yani’ler) kendi bildikleri (-inançları) yol(-un)da inat ve ısrarla yürümeye alışmış ya da alıştırılmışlar. Karzai, Zardari, Mübarek, Kral Abdullah ve benzerleri ise hep talimat ile işbaşına getiriler ve benzer talimatlarla rezil edilerek işine son verilir.” deniliyor (23).

Saddam Hüseyin, Zeynel Abidin Bin Ali, Hüsnü Mübarek, belki Kaddafi ve diğer benzerleri, ‘işe alınmanın’, ama aynı zamanda, görevleri bitince de ‘işe son verilme’nin örnekleri oluyor. Bu duruma düşmemek, İslam/ülkemizin birliği için ‘Coniliğin Müslümanlığı’nın ‘terk edilmesi’ gerekiyor. Çünkü, ‘Kırk yıllık Yani’, olmaz tabi ki ‘Kâni’…


NATO Kafa ‘NATO mermer’ değiliz ya!..


Yoksa öyle miyiz?!..

Gerçek Şair/münevver’ Mehmet Akif Ersoy; “ibret alınsaydı tarih tekerrür mü ederdi” diyor da…

Ahmet MUSAOĞLU - 24.03.2010
www.ahmetmusaoglu.org

28 Mart 2011 Pazartesi

ANDIRANA (KOCAYEMİŞ) ALANLARI KORUMA ALTINA ALINMALI…


Trabzon Akçaabat Doğanköy Beldesinde çevrenin florasına uygun olarak kendi kendine yetişen yerel adı ile Andırana (Andırahna) ya da gerçek adı ile Kocayemiş alan ve ağaçlarının koruma altına alınması isteniyor.


Trabzon Akçaabat Doğanköy Beldesinde çevrenin florasına uygun olarak kendi kendine yetişen yerle adı ile Andırana (Andırahna) ya da gerçek adı ile Kocayemiş alan ve ağaçlarının koruma altına alınması isteniyor.
Andırana ya da bilinen adı ile Kocayemiş’in meyvesinin ilaç olarak kullanıldığını veson zamanlarda değişik yöntemlerle fidelerinin yetiştirilerek, satıldığını ve fazla yenilince meyvesinin insanı sarhoş ettiğini biliyor musunuz?


Kocayemiş, dünyada özellikle Akdeniz kuşağında, İber Yarımadasından Asya’ya kadar her yerde yabani şekilde yetişen 7-8 metreyi geçmeyen sarımsı ve kırmızımsı, kaygan gövdeye sahip, kışın yapraklarını dökmeyen bir ağaçtır. Gelişimi çok yavaştır. 25 senede 9 metreye ancak ulaşabilir. Hafif sulak arazilerde tek gövdeli ağaç gibi, daha kurak topraklarda çalı şeklinde gelişir. 25 metreye kadar gelişmiş nadir örnekleri İngiltere’de bulunur. Kocayemiş ağaçları İstanbul’da Yakacık sırtlarında, Trakya bölgesinde, Karadeniz ve Ege’de yetişmektedir. Ancak çarpık kentleşme sonucu o verimli topraklar da birçok değerli bitkiler gibi kocayemiş ağaçları da yok edilmektedir.



Kocayemiş ağaçları kendi kendine Karadeniz Bölgesinin bazı bölgelerinde yetiştiği gibi Akçaabat Doğanköy Beldesinde ve en çok da Mollaosmanlı (Uvi) Mahallesi’nde yetişir. Öyle ki, bu bitkinin yetişmesi nedeniyle bu alana Andıranalık denilmektedir.


Son zamanlarda dünyada ve ülkemizde hızla yükselmekte olan kentsel projeler ve yerleşimlerin doğaya verdiği tahribattan Doğanköy Beldesindeki andırana (Kocayemiş) bitkisi de nasibini almış, beldemizde en yaygın ve belirgin olarak andırana’nın kendiliğinden büyüyerek, ağaçlık alan olduğu kıraç yerde son dönemlerde özel mülk olması nedeniyle sahipleri tarafından evler yapılması nedeniyle andıranalık alanlar büyük zarar görmeye başlamıştır.



Beldemizde yetişen doğa aşığı ve kamu görevlisi Osman YAZICI’nın doğa konusunda bilinçli olması ve “Andıranalık’a“ verilen tahribatı fark etmesi ve bu civarda oturanları uyarmasıyla dünyada ve de beldemizde nadiren yetişen bitkilerden olan Andırana’nın (Koca Yemiş) beldemizde de belde sakinleri tarafından koruma altına alınmasına az da olsa katkı sağlamıştır.



Akçaabat Belediye Başkanı Sayın Şefik Türkmen; Doğanköy Beldemiz Mollaosmanlı Mahallesindeki Andıra(Kocayemiş) ağaçlarının çok ilgisini çektiğini, ivedilikle koruma altına alınmasının beldenin ekonomisine ve turizmine katkı sağlayacağını dile getirmektedir. Andıranalık Mevkii’nin Başkan Türkmen gibi geleceği görebilen birçok kişinin dikkatini çekmektedir.



Andırana, kış mevsiminin habercisi olan bir bitkidir. Kocayemiş meyvesi (Arbutus unedo) kırmızı rengine ulaşırsa anlayın ki, kış geldi demektir.


Kocayemiş; yurtdışında çiçek ağacı olarak bilinir. Gövdesi koyu kızıl-kahvedir. Oldukça kaygan bir ağaç kabuğu vardır. Huş, okaliptüs gibi yer yer soyulma özelliği var. Yaprakları yaz ve kışları dökülmeyen yeşil küçük ve dişlidir. Kocayemiş aslında asitli toprak bitkisi diye biliniyor, bu özelliği ile kayaları bile eriterek, 4-5 m civarında derinliğe kök salabilen, tabiatta yanında gelişen pek çok bitki bu özelliği arıyor, ama kireçli topraklarda da yetişebiliyor.


Bitki ufakken korunmaya ihtiyaç duyar. Zamanla, geliştikçe zorlu hava şartlarına da dayanabilir. Hava kirliliği, şiddetli rüzgâr, deniz suyunun getirdiği tuz, aşırı soğuklar gelişmiş bitkiyi etkilemez. Kocayemiş kışın zedelense bile baharda kendine gelir.


Yaz sonunda sarı yeşile dönüşen meyveler, yenilebileceği zaman kırmızıya dönüşür. Yumuşak, hafif buruk tatlı bu meyveler aslında tohum kesesidir. Tohumdan gelişimini temmuzda yeni sürgünlerden çelikleme ile yapabilirsiniz. Tabiattan elle sökülürse asla tutmaz, profesyonel büyük makinelerle sökülünce tutar.


Kocayemiş fazla yendiğinde yiyeni sarhoş eder. Alkol etkisi yapar. Ormanda sarhoş ayı görürseniz şaşırmayın, büyük ihtimalle bundan dolayıdır. Bitkide ayrıca C vitamini ve tanen bulunur. Tanen, kabız yapıcı, mikrop öldürücü güce sahiptir. İdrar yolu iltihaplanmalarında özellikle faydalıdır. Kurutulmuş yaprakları da suyla kaynatılıp içilirse birçok hastalığa fayda sağlarmış. İlgilenenlere duyurulur!…



Kırmızılaşmış yenilebilir meyveler sırasında, bir sonraki sene meyveye dönüşecek çiçekler de ortaya çıkar. Beyaz, pembe renkli, inci tanesi gibi çiçekleri Pieris bitkisine benzer.



Çevre ve Doğa konusunda, Belde Halkımızı daha bilinçli olmaya davet ediyor, dünyada ender bulunan ve birçok faydalı özellikleri daha yeni yeni fark edilen ve birçok ilçede yetiştiriciliğine başlanılan ve beldemizde de kendiliğinden yetişen Andırana namı diğer Kocayemiş bitkisinin koruma altına alınmasını ve bu bitkinin yaygınlaştırıp geliştirilerek ticaretinin yapılmasını ve dedelerimizden miras tertemiz doğamızı bizden sonraki nesillere aynı güzellikte aktarmak için elimizden geleni yapmak dilek ve temennilerimizle ilgilenenlere ve sağlıkta kullanmak isteyenlere bol kazançlı ve sağlıklı günler dileriz.

HABER       : Soner TUTKUN
FOTOĞRAF: Muhammet YAVRUOĞLU

27 Mart 2011 Pazar

SAATLERİNİZİ İLERİ ALMAYI UNUTMAYINIZ !

YGS nedeniyle geciken Yaz saati uygulaması, yarın (28 Mart 2011 Pazartesi) tüm yurtta saatlerin gece saat 03.00’de bir saat ileri alınmasıyla başlayacak.


Saatinizi yarın sabaha karşı, bir (1) saat ileri almayı unutmayınız!


Kış saati uygulamasına 31 Ekim 2010 tarihinde geçilmiş ve saat 04.00’te saatler; bir saat geri alınmıştı.


Ülkemizde gün ışığından daha fazla yararlanmak amacıyla yapılan uygulamaya ilişkin Bakanlar Kurulu Kararı da 10 Mart tarihli Resmi Gazetede yayımlanmıştı.


Buna göre; enerji tasarrufu yapılması, Avrupa ülkeleriyle saat birliğinin sağlanması, akşam saatlerinde en yüksek değerine ulaşan enerji talebinin azaltılması amacıyla, 28 Mart Pazartesi günü gecesi, sabaha karşı tüm yurtta saatler, 03.00’ten itibaren saatler bir saat ileriye alınarak, saatler saat 04.00’e ayarlanacak.


Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından Bakanlar Kurulu’na sunulan öneri ile ileri saat uygulamasına her yıl Mart ve Ekim aylarının son pazar günü (cumartesi gününü pazar gününe bağlayan gece) başlanıyordu. Bu yıl Mart’ın son pazar günü aynı zamanda Yüksek Öğretime Giriş Sınavı (YGS) yapılması nedeniyle öğrencilerin bu durumdan etkilenebileceği gündeme gelince Bakanlar Kurulu, ileri saat uygulamasını bir gün sonraya aldı.


Yaz saati uygulamasıyla, çalışma saatlerinin günün güneşli bölümüne alınarak, gün ışığından daha fazla yararlanılması, elektrik enerjisinin aydınlatmada kullanılan bölümünden tasarruf sağlanması amaçlanıyor.


Ayrıca, yaz saati uygulamasıyla, akşam saatlerinde en yüksek değerine ulaşan enerji talebinin (puant gücü) azaltılması hedefleniyor. 697 sayılı Kanunun 3097 sayılı Kanunla değişik 2. Maddesi; "Greenwich'e göre 30. derecede bulunan boylam dairesi bütün Türkiye Cumhuriyeti saatleri için esas alınıyor. Ayrıca başlangıç ve bitiş tarihleri belirtilmek ve bir saati aşmamak şartıyla yaz saati uygulamaya Bakanlar Kurulu yetkilidir" hükmü gereğince, yaz saati uygulamasının başlangıç ve bitiş tarihleri Bakanlar Kurulu'nca belirleniyor.


Yaz saati uygulaması sayesinde, yılda, "orta ölçekli" bir hidroelektrik santralinin yıllık üretimi kadar tasarruf sağlanıyor. Yaz saati uygulamasıyla yapılan hesaplara göre, yıllık 500-600 milyon kilovat saat (KWh) tasarruf sağlanıyor.


HABER: Muhammet YAVRUOĞLU–THA - 27.03.2011 Pazar

YGS SINAVI YAPILDI


Üniversitede okumak isteyen 1 milyon 692 bin 345 adayın katıldığı Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) bugün (27 Mart 2011 Pazar) yapıldı.


Öğrenciler üniversite kapısını aralamak için sınıflarda ter dökerken, veliler de dua kitaplarına sarıldı.


Türkiye'de tüm il ve bazı ilçe merkezleri ile KKTC'nin başkenti Lefkoşa saat 10.00'da başlayan sınav, 160 sınav merkezindeki 5 bin 727 sınav binasında, 89 bin 283 sınav salonunda gerçekleşti.


Bugün sabah saatlerinde sınav yerlerine gelen adaylar kimlik ve güvenlik kontrolleri ile sınav salonlarına giriş yaptı. Sınav merkezlerine girişte adayların üstleri emniyet görevlileri tarafından dikkatli bir şekilde arandı.


Sınav salonlarına hiçbir şekilde kalem, metal eşya, elektronik cihaz ve gereksiz kâğıt alınmadı. Öğrenciler yanlarında getirdikleri sigara, telefon, cüzdan gibi eşyalarını kapı girişindeki poşete bıraktı. Öğrencilerin yanlarında getirdikleri suların üzerindeki markaların yazılı olduğu jelâtinin yetkililer tarafından sökülmesi dikkatlerden kaçmadı.


Öğrenciler sınavların yapılacağı salonlara alınırken, aileleri ise dışarıda büyük heyecan yaşadı. Okul bahçesinde kalan velilerin bazıları dua ederken, bir kısmı da Kur'an-ı Kerim okuyarak çocuklarına manevi destek olmaya çalıştı. Özellikle sınava ilk kez girecek öğrencilerin anne ve babalarının daha çok heyecanlı oldukları gözlendi.


Y. Kaynak: www.stargazete.com – 27.03.2011 Pazar

24 Mart 2011 Perşembe

SİYONİZM KARŞITI, ZULME KARŞI, İNSAFLI HAHAMLAR DA VARMIŞ


Kudüs Şehri’nin göbeğinde İsrail devleti ve Siyonizm karşıtı Hahamlar, İsrail bayrağını yaktı. Filistinli bir grup da eylemde pankart açtı.



KAYNAK: www.timeturk.com - 24 Mart 2011 Perşembe 


Betül Akyüz / TİMETURK

İsrail devleti karşıtlığıyla bilinen örgüt üyesi hahamlar, Purim bayramı kutlamaları sırasında İsrail bayrağını yaktı. Hahamların bu eylemine bir grup Filistinli de katıldı. Kudüs belediye başkan yardımcısı ise eyleme sert tepki gösterdi.


İsrail Devleti’ni tanımayan ve uyguladığı siyasetlere karşı gelen Yahudi Örgütü Neturei Karta üyesi bir grup haham, Kudüs’ün Mea Şearim Semti’ndeki Purim Bayramı kutlamaları sırasında İsrail bayrağını yaktı. Maarif gazetesi hahamların bu eylemleri aracılığıyla Siyonizme, Filistin’in ihtilaline ve Filistinlilerin devlet kurma haklarının ellerinden alınmasına karşı olduklarını ortaya koymak istediklerini açıkladı.


‘Her Yahudi Siyonist değildir’


İsrail gazetesinde şu ifadelere yer verildi: ‘Hahamların İsrail bayrağını yakma eylemine bir grup Filistinli de katıldı. Filistinliler bir yandan ellerinde Filistin bayraklarını sallarken diğer yandan da üzerinde ‘her Yahudi Siyonist değildir. Siyonistler Yahudi halkından değildir. Yahudiler Siyonistleri kutsal topraklardan kovmak istiyor’ yazılı pankartları kaldırdılar.


Kudüs Belediye Başkan Yardımcısı David Hdry ise İsrail bayrağının yakılması olayına büyük tepki göstererek: ‘İsrail’de yaşayan herkesin İsrail kanunlarına saygı göstermesi gerekir. Bunu yapmayanların ise İsrail’de yeri yoktur’ dedi.


İsrail kanunlarına göre İsrail bayrağının yakılması, cezası ömür boyu hapse kadar uzanan ihanet suçları arasında yer almaktadır.

www.timeturk.com - 24 Mart 2011 Perşembe - 19:46

LİBYA TEZKERESİ MECLİS'TEN GEÇTİ


NATO deniz gücünde TSK unsurlarının da görev almasını öngören Başbakanlık tezkeresi, Meclis'te kabul edildi.


www.timeturk.com - 24 Mart 2011 Perşembe


TBMM Genel Kurulunda, Libya'da istikrar ve güvenliğin yeniden sağlanması için uluslararası çabalara çok boyutlu katkıda bulunmak üzere yabancı ülkelere gönderilmesine ilişkin Başbakanlık tezkeresi kabul edildi.


Genel Kurulda tezkerenin kapalı oturumdaki görüşmeleri, yaklaşık 3 saat sürdü. Görüşmelerde önce Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Genel Kurulu bilgilendirdi. Daha sonra AK Parti'den Yaşar Yakış (Düzce), CHP'den Hüseyin Pazarcı (Balıkesir), MHP'den Deniz Bölükbaşı (Ankara), BDP'den Hasip Kaplan (Şırnak) söz alarak partilerinin görüşlerini dile getirdiler.

Gruplar ve kişisel konuşmaların ardından yeniden kürsüye gelen Bakan Davutoğlu yöneltilen eleştiri ve sorulara yanıt verdi. Daha sonra yapılan işari oylamada tezkere kabul edildi.


Görüşmelerde, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ile bazı bakanlık bürokratları da hazır bulundu.


Kabul edilen tezkerede, Libya'daki olayların 15 Şubat 2010'de başladığı belirtilerek, şu ifadelere yer veriliyor:


''Olaylar neticesinde ortaya çıkan şiddet ortamının sona erdirilebilmesini teminen BM Güvenlik Konseyi tarafından alınan 26 Şubat 2011 tarihli ve 1970 sayılı kararla 17 Mart 2011 tarihli 1973 sayılı kararda kayıtlı hüküm ve çağrıları dikkate alarak ve meskur kararlar çerçevesinde Libya'da istikrar ve güvenliğin yeniden tesisine yönelik uluslararası çabalara çok boyutlu katkıda bulunmak üzere; lüzum, sınır, kapsam, şekil, yöntem ve zamanı hükümetçe takdir ve tespit edilmek kaydıyla TSK'nın yabancı ülkelere gönderilmesi ve bununla ilgili gerekli düzenlemelerin hükümet tarafından yapılması için Anayasa'nın 92. maddesi uyarınca 1 yıl süreyle izin istenilmesi Bakanlar Kurulunca kararlaştırılmıştır.''


TEZKERENİN GEREKÇESİ


Bu arada, tezkerenin gerekçesinde, Libya'da 15 Şubat 2011'de başlayan olaylar sonucunda, kısa sürede iç çatışma ortamı doğduğu belirtilerek, Türkiye'nin olayların başlamasından itibaren, bu ülkeyle yakın tarihi ve kültürel bağlara sahip ülke olarak ''ilkeli, aşamalı ve belli bir stratejiye dayandırılmış kararlı ve kendi içinde tutarlı politika izlediği'' ifade ediliyor.

Libya konusunda BM Güvenlik Konseyi çerçevesindeki adımların yakından takip edildiği ilgili kararın oluşturulması sürecinde ''Libya'nın egemenliğinin, toprak bütünlüğünün ve kardeş Libya halkının esenliğinin gözetilmesi'' yönünde çabalar sarf edildiği belirtilerek, ''BM kararlarına tam destek veren ülkemiz, bu kararların uygulamaya geçirilmesine katkıda bulunma kararlılığını ortay koymuştur'' deniliyor.


Gerekçede, BM Güvenlik Konseyinin iki kararına işaret edilerek, şu değerlendirmelere yer veriliyor:


''1973 sayılı karar, sivil halkın korunmasına teminen gerekli tüm önlemlerin alınmasına yetki vermek suretiyle, Libya'ya yönelik sınırlı bir askeri harekâta (kara harekâtı seçeneği açıkça hariç tutulmuştur) cevaz vermektedir.


Ülkemiz, Libya'daki gelişmeler hakkında NATO çerçevesinde yapılan çalışmalara da başından bu yana yapıcı katkı sağlamış ve aktif yönlendirmede bulunmuştur. NATO, BM Güvenlik Konseyi kararları uyarınca bir görevlendirme yapılması ihtimaline hazırlıklı olabilmek amacıyla, görünür ihtiyaç, sağlam hukuki zemin ve bölgesel destek ilkeleri temelinde insani yadım çabalarının ve silah ambargosunun uygulanmasının desteklenmesi ve uçuşa yasak bölge oluşturulması alanlarında planlama çalışmalarını gerçekleştirmiştir. NATO'nun Libya bağlamında üstlenmesi muhtemel rolde, ittifakın mümtaz konuma sahip bir üyesi olarak ülkemizin de ulusal strateji ve çıkarlarımız doğrultusunda üzerine düşen sorumlulukları üstlenmesi ve gerekli katkıları yapması öngörülmektedir.


Libya'nın geleceğiyle yakından ilgilenen ülkemiz, uluslararası çabalar çerçevesinde de Libya'nın yanında olmaya devam etme kararlılığına sahiptir. Ülkemizin bölgeyle siyasi, ekonomik, tarihi ve kültürel ilişkileri çerçevesinde, anılan BM Güvenlik Konseyi kararlarının uygulanmasına askeri katkı da dahil destek vermesi ve uluslararası çabalara etkin şekilde katılması aynı zamanda ulusal çıkarlarımızın bir gereğidir.''
AA


www.timeturk.com - 24 Mart 2011 Perşembe - 18:12

YAŞLILARIMIZ UNUTULMADI


Trabzon Valiliği tarafından 18-24 Mart tarihleri arasından kutlanan ‘Yaşlılar Haftası’ münasebetiyle Huzurevi sakinlerine yemek verildi.



Yaşlılar Haftası münasebetiyle düzenlenen yemeğe Trabzon Vali Yardımcısı Mahmut Halal, Sosyal Hizmetler İl Müdürü Selim Çelenk, huzurevi çalışanları ve huzurevi sakini katıldı.


Yaşlılarımızın dün ve bugün arasında köprü görevi gördüğünü ve onların bizim en değerli varlıklarımız olduğunu kaydeden Vali Yardımcısı Halal;


Yaşlılarımız dün ile bugün arasında köprü kuran, kültürümüzü ve değerlerimizi yarınlara taşımamızı sağlayan en değerli varlıklarımızdır. Bizleri bugünlere ve geleceğe hazırlayan yaşlılarımız için hayatı kolaylaştırmak ve kimseye muhtaç olmadan yaşamalarını sağlamak devletimizin öncelikli görevleri arasındadır” dedi.



Devlet olarak yaşlılara gereken değer ve önemi verdiklerini kaydeden Vali Yardımcısı Halal, açıklamalarını şu şekilde sürdürdü:


“Yaşlılara göstereceğimiz sevgi ve saygı gelecek kaygılarımızı azaltacaktır. Hangi yaşta olursa olsun tüm fertlerin hayata güvenle bakmalarını sağlayacaktır. Yaşlılarına gereken önemi vermeyen, onlara sahip çıkmayan ihtiyaç duydukları sevgi ve saygıyı kendilerinden esirgeyen bir toplumun huzur ve güven içinde olması mümkün değildir. Toplumumuzda kültürümüzden kaynaklanan kuvvetli aile bağları nedeniyle çocuklarımızın geleceği ne kadar önemliyse yaşlılarımız da bizim için o kadar önemli ve değerlidir” dedi.



Yemekte çalan canlı müzik eşliğinde oyun oynayan yaşlılar gönüllerince eğlendiler. (VB – 24.03.2011 Perşembe)

ALAATTİN ALTUNTAŞ’I ALLAH KORUDU


Akçaabat’a bağlı Doğanköy Beldesi halkından Alaattin Altuntaş, motosiklet çarpması sonucu ağır yaralandı.




Akçaabat’a bağlı Doğanköy Beldesi halkından Alaattin Altuntaş, 23.03.2011 Çarşamba günü komşu belde Dörtyol’da kahvehanede bir süre oturduktan sonra yakınları ve arkadaşlarıyla birlikte yaya olarak Doğanköy’deki evine dönerken Doğanköy Beldesinin kuzey girişindeki Kaban Mevkiinde; bir motosikletin çarpması sonucu ağır yaralandı. Ağır yaralanan Alaattin Altuntaş, derhal Akçaabat Devlet Hastanesine ve oradan da Trabzon Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acil Servisine ve oradan da Beyin Cerrahi Polikliniğe kaldırıldı.

Sağlık durumu iyi görünen Alaattin Altuntaş, aldığı darbeler nedeniyle başı sarılmış ve sol kolu kırıldığından alçıya alınmıştır.


Kazada hafif yaranan motosiklet sürücüsü Yakup Ö. ise kaldırıldığı Akçaabat Devlet Hastanesinde ayakta tedavi edildikten sonra taburcu edilmiştir.


Edinilen bilgiye göre; yaralı Alaattin Altuntaş, sürücüden şikâyetçi olmamıştır.


HABER-FOTO: Muhammet YAVRUOĞLU – T.H.A - 24.03.2010 Perşembe

BASKIN ZAM, YASALLAŞTI! AMA HİÇ KİMSE MEMNUN DEĞİL

TESOB’un Dolmuş zammına karşı çıkmasına rağmen Valilik emriyle Trabzon Belediyesi, Zammı yasallaştırdı. Buna göre; Siviller 1 lira 50 kuruş, Lise ve ilköğretim okulu öğrencileri 1 lira 10 kuruş Üniversite öğrencileri 1 lira 20 kuruş


TESOB’un karşı çıkmasına rağmen Şoförler Cemiyeti tarafından yapılan baskın şehir içi dolmuş zammı gerginliğine Valilik el koydu.


5393 sayılı kanuna göre; görev verdiği belediye meclisi dün olağan üstü toplanıp TESOB’un reddettiği Şoförler Odasının istediği zam talebini aldığı kararla onayladı.


ÇELİŞKİ, ŞİMDİLİK SONA ERDİ


Trabzon’da dolmuş zammı karmaşasına neşter! Önceki gün Valilik kanalıyla gelen yazı üzerine Belediye Meclisini Olağanüstü toplantıya çağıran Başkan Gümrükçüoğlu, konunun Belediye Meclisi’nde görüşülmesini sağlayarak ortaya çıkan kaos ortamının sona ermesini sağladı. Mecliste oylamaya sunulan zam tarifesinde CHPli meclis üyeleri ‘ÇEKİMSER’ kalırken AK Partililer ‘EVET’ dedi.


YÜZDE 20 ARTIŞ


Meclis kararını açıklayan Başkan Gümrükçüoğlu, 5393 sayılı kanuna göre karar aldıklarını belirterek;


“2008 yılından beri geçen üç yıllık süreçte Trabzon’da dolmuş ücretlerine zam yapılmadı. Yaptığımız piyasa araştırmalarında akaryakıt, tamir ve bakım maliyetlerinde yüzde 12 ile yüzde 30 arasında bir artışın ortaya çıktığı görülmüştür. Yapılan değerlendirmeler sonucu dolmuş ücretlerinde yüzde 20 oranında artış yapılması karara bağlandı” diye konuştu.


Böylece dolmuş zamları siviller için 1 lira 50 kuruş, Lise ve ilköğretim okulu öğrencileri için 1 lira 10 kuruş, Üniversite öğrencileri için de 1 lira 20 kuruş oldu.


Y.Kaynak: www.karadenizgazete.com.tr - 23 Mart 2011 Çarşamba

'HAÇLI SEFERİ' DİYENLERE TEPKİLİ! ANCAK…


'HAÇLI SEFERİ' diyenlere Bakan tepkili! Ancak; Türk halkı Bakan Davutoğlu dibi düşünmüyor…


Önce Tunus, sonra Cezayir, Mısır ve daha sonra Müslüman Arap Ülkelerine sıçrayan ve Libya’da doruğa çıkan halk ayaklanmasına karşı Bazı Hıristiyan ülkelerin havadan ve denizden ağır silahlarla saldırısına karşı yine Hıristiyan ama insaflı bazı ülke liderleri HAÇLI SALDIRISI olduğunu belirtmelerine ve hatta bizzat saldırıda bulunanların Haçlı Saldırısı olduğunu bildirmelerine rağmen Saygıdeğer Dışişleri Bakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu, Haçlı Seferi yorumuna şiddetle karşı çıktı.


Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Libya'ya düzenlenen operasyonun komuta ve kontrol sisteminin tamamıyla, sanki Hıristiyan Ülkelerin Silahlı gücü değilmiş gibi NATO tarafından üstlenilmesi gerektiğini söyledi.


Sayın Davutoğlu’nun Türkiye’de işinin ehli en iyi bakanlardan olmasına rağmen bu şekilde davranması ne yaman bir çelişki!. Yoksa Türk halkından gizlenen bir şeyler mi var?


Türkiye’nin Libya’ya ya da başka bir ülkeye emperyalistlerle birlikte müdahalesine veya Türkiye’nin dışında müdahalede bulunmasına Türk Halkı şiddetle karşıdır. Zaten halk duyduğu büyük hoşnutsuzluğu gizlemiyor.


Zira halk, Batılı Güçlerin Libya’da barış değil, petrol yataklarına el koymak ve ayrıca güneş enerjisi alanları edinmek için Libya’yı işgal etmek istediklerini biliyor.

**



DIŞİŞLERİ BAKANI DAVUTOĞLU, BAE Dışişleri Bakanı Şeyh Abdullah bin Zayid el Nahyan ile konutunda yaptığı görüşmenin ardından bir basın toplantısı düzenledi.


Libya'da BM Güvenlik Konseyi'nin aldığı 1973 sayılı karar çerçevesinde ateşkesin acilen sağlanması gerektiğini belirten Davutoğlu, bu çerçevedeki temaslarının sürdüğünü belirterek, NATO içindeki müzakerelerin devam ettiğini belirtti.


Biraz önce NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen ile görüştüğünü kaydeden Davutoğlu;


"Biraz sonra da kendi talepleri üzerine ki Genel Sekreterin de kendi talebiydi, Fransız, İngiliz ve Amerikan dışişleri bakanlarıyla görüşmeler gerçekleştireceğim" dedi.


ATO'nun Libya'da üstleneceği rol konusundaki tutumlarının açık olduğunu dile getiren Davutoğlu;


"Biz böylesi bir operasyonun komuta ve kontrol sisteminin tamamıyla NATO tarafından üstlenilmesi ve sadece NATO yetkililerince koordineli olarak yürütülmesi gerektiğini düşünüyoruz.


Ve bütün bu operasyonun BM Güvenlik Konseyi prensipleri etrafında ateşkesi sağlayıcı, sivil kayıpları önleyici nitelikte olması elzemdir ve gereklidir.


Bir taraftan NATO görevi üstlenirken diğer taraftan buna paralel ve ayrı bir operasyonun koalisyon güçlerince yürütülmesini doğru bulmayız.


Hele hele bazı yetkililerce son derece yanlış bir şekilde kullanılan 'Haçlı' kavramları gibi kavramlarla yürütülen bir operasyonun sorumluluğunu paylaşmamız mümkün değildir" diye konuştu.


Y. Kaynak: www.haber61.net - 23 Mart 2011